Stokçuluk, karaborsa, fahiş fiyat gibi dertler vesilesiyle… Asr-ı Saadet’te ekonomi Vakanüvis Yığınla olumlu makro ekonomik göstergeye rağmen, mikro ekonomide, yani vatandaşın cebinde pek çok sıkıntı olduğu da bir vaka. Tabloyu daha da ağırlaştıran ise hiç kuşkusuz ekonomik sistemdeki kimi aktörlerin kötü niyetli yaklaşımları. İşte, “gündemin mana ve ehemmiyetine binaen” köklerimizden, inanç dünyamızın ilk dönemlerinden ideal ekonomik hayata dair kimi anekdotlar. Peygamber Efendimiz (sav), İslam yayılıp, Müslümanlar sayıca çoğaldıkça onların topluluk olarak zayıf düşmemesi için hayatın her alanında önlemler alınmasına dikkat ediyordu. Bu bağlamda, farklı kabilelerin elinde olan pazarların Müslümanların işlerini sık sık zorlaştırdığını bilen Hz. Peygamber, müstakil bir pazar yeri için kendi cebinden bir arsa satın alıp vakfetmişti. Alınan arsanın üzerinde eski kabirler de vardı. Muhtemelen böyle bir yerin çarşı olarak seçilmesinde, Müslümanların “ticarete dalıp, ölümü unutmamaları gerektiğini” akla getiren fiilî bir nasihat ortamı oluşturma hikmeti gizliydi. Burada kalıcı bir çarşı inşa ettiren Hz. Muhammed, buranın kurallarını da bizzat belirlemişti. Buna göre; yaptırdığı dükkânları, çadır yerlerini aynı kişilere kiraya vermek yerine, hiçbir kira bedeli almadan, sabahın erken saatlerinde kim erken gelirse ona tahsis edilmesi kuralını getirmiş, “İşte bu sizin pazarınızdır, burada sabit köşeler, yerler edinmeyin.” buyurmuşlardı. Peygamber Efendimiz böyle yaparak, bir yandan tekelleşmenin önüne geçerken, diğer yandan da Müslüman tacirler arasında tatlı bir rekabeti başlatmıştı. Satıcılar erkenden çarşıya gelip, cazip pazarlama usulleriyle satış yapmayı hedefliyorlardı. Böylece tüketici de rekabet ortamında daha hızlı ve kaliteli ürün/hizmet alabilir olmuştu. Yine, o dönem çarşılarda esnaftan işgaliye bedeli alınıyordu. Esnaf da bu vergiyi sattığı mala yansıtıyor, bu yüzden de halk daha fazla pazar harcaması yapmak zorunda kalıyordu. Hz. Muhammed, yeni çarşıda bu uygulamaya da son vermişti. İslam’ın zuhur etmesi, yayılması, Müslüman kitlenin kendi kurumlarını oluşturması süreci, toplumsal ihtiyaçlara yönelik yeni yapılanmaları da ortaya çıkartmıştı. Bu yapılanmalardan biri de “muhtesiplik” teşkilatıydı. Bu teşkilat; hayatın en önemli alanlarından birisinde, ekonomik cephede olası yanlışlıkları gidermek üzere kurgulanmıştı. Muhtesipler; Kur’an ve Sünnet’ten süzülüp hayata geçmesi amaçlanan kuralların denetimini yapıyorlardı. Gerek Mekke, gerek Medine gerekse de diğer İslam beldelerinde uzman ve itibarlı isimler pazarlara giderek kalite kontrolü yapıyorlardı. Muhtesipler; örneğin sütleri kontrol ediyor, süte su katanları çok ağır bir biçimde uyarıyor, tekrarı halinde ise cezalara çarptırıyorlardı. Yine, meyveleri olgunlaştırmadan satanları ikaz ediyor, hububatta küflü, nemli ürünlerin satışına müdahale ediyorlardı. Muhtesipler bunun gibi daha pek çok üretim ve satış sürecini denetleyerek, bir kalite standardı oluşturmaya ve korumaya çalışıyorlardı. Peygamber Efendimiz, “Dürüst ve güvenilir tüccar; Cennet’te Peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” buyurmuştu. Bu çerçevede, kusur adına gerek malın işlevini azaltan, gerekse değerini düşüren ne varsa bunların alıcıya açıkça söylenmesini emrederdi: “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Kusurunu açıkça söylemeden, bir Müslüman’ın diğerine herhangi bir kusurlu, ayıplı malı satması helal değildir.” Bir gün Medine pazarında gezerken, sergilenen bir tezgâhtaki buğday dikkatini çekmiş, elini buğday dolu çuvalın içerisine daldırmış ve buğdayın üstünün kuru, altının ise yaş olduğunu fark etmişti. Satıcıya neden böyle yaptığını sorup, ondan, “Ya Resûlüllah! Yağmur yağdı, buğdayım ıslandı, ben de kuru olanları üste, yaş olanları alta koydum” cevabını alınca, “Hayır, böyle yapma! Yaşı ayrı sergile sat, kuruyu ayrı sergile sat. Aldatan bizden değildir.” demiştir. Efendimiz’in bu uyarıları, diğer tüm ikâzları gibi Sahâbe tarafından hemen benimseniyor, gerekleri özenle yerine getiriliyordu. Mesela, Cerîr b. Abdullah, bu konuda çok titizdi. O, bir mal satacağı zaman bütün kusurları söylerdi. Sonra da müşteriyi muhayyer bırakır ve “İstersen al, istersen bırak!” derdi. Bazen arkadaşları ona, “Allah iyiliğini versin! Hep böyle yaparsan satış yapamazsın.” dediklerinde ise her defasında, “Biz Allah Resulü’ne, Müslümanlara nasihat etmek üzere biat ettik.” diyordu. Vahyin ilk dönem ayetlerinden itibaren, ölçü ve tartıların doğru olması Kur’an-ı Kerim’de yer almıştı. Özellikle Mutaffifin Suresi’nde ağır bir uyarı vardı: “İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!” Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem satarken hem de alırken, tartı ve ölçünün tam olarak kullanılmasını istiyordu. O devrin Mekke ve Medine’sinde birçok ölçü ve tartı kullanılıyor, bu ise zaman zaman ihtilaflara yol açıyordu. Peygamber Efendimiz bunlara bir standart getirerek, “Ölçek Medine’nin ölçeği, tartı ise Mekke’nin tartısıdır.” buyurmuştu. Cömertlik, iyilikseverlik anlamlarına gelen “semahat”, Asr-ı Saadet’in ticaret dünyasındaki temel kodlardan birisiydi. Peygamber Efendimiz, kendi ticarî işlerinde de, günlük ihtiyaçların temininde de alışverişi kolaylaştırıcı hale getiriyordu. Ne satarken, ne alırken başkalarını zora sokmuyor, yemin etmiyor ve yemin edilmesini hoş görmüyor, muhataplarının yemin etmesi için de herhangi bir zemin hazırlamıyordu. İslam toplumu da büyük bir oranda Hz. Muhammed’in tutumunu benimsiyordu. Bu nedenle Müslümanlar arasında kıran kırana pazarlık, pek görülen bir şey değildi. “Asr-ı Saâdet’te Ticaret ve Tüccar Sahâbîler” kitabının yazarı Muhammed Emin Yıldırım, semahatten bahsederken, günümüzdeki bir probleme de dikkat çekmekte: “Bu vesileyle çokça yaptığımız bir yanlışın altını çizmekte yarar var. Yapılan yanlış şu ki, sanki Allah Resûlü’nün tüm sünnetlerine temessuk etmişiz (sarılmışız) gibi, ‘pazarlık sünnettir’ deyip, satarken ve alırken sınırları zorlamamızdır. Evet, doğrudur, pazarlık sünnettir. Ama asıl sünnet olan semahattir, yani kolaylıktır, zora sokmamaktır, üç kuruş fazla alıp, eksik verme adına yeminler edip, yeminler ettirilmesine sebep olup ortamı germemektir.”
Stokçuluk, tarihin her döneminde olduğu gibi, İslam’ın yayılma yıllarında da görülen bir ticarî defoydu. Özellikle cahiliye devrinde hâkim olan bu anlayışın İslam toplumunu da etkisi altına almaması için özel bir gayret gösteren Peygamber Efendimiz, malı istifleyip, daha sonra fahiş fiyatla satma girişimlerini yasaklamış, uymayanları uyarmış, ısrar edenlerle ilgili olarak “Stokçu, karaborsacı ne fena bir kuldur; fiyatların düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyunca sevinir.” buyurmuştu. Yine başka bir hadis de şöyleydi: “Uzak yerden bedeller ödeyerek mal getiren tüccar rızıklandırılmış, malı stoklayıp ondan haksızca kazanç elde etmek isteyen ise lanetlenmiştir.” Gerek Peygamber Efendimiz, gerekse Dört Halife döneminde kamusal otorite; bireylerin hür iradeleriyle gerçekleşen, rızaya dayalı ticarete – toplumsal bir mahzur olmadıkça – karışmıyor ama bu durum, piyasanın başıboş bırakıldığı anlamına da gelmiyordu. Mesela, küçük üreticilerin haksız rekabete maruz kalmamasına azamî dikkat gösteriliyordu. Medine pazarlarına bahçelerinden, tarlalarından çeşitli ürünler getiren köylüler vardı. Bunlar, Medine’nin dışında oldukları için de fiyatlardan haberleri olmuyordu. Büyük tüccarlar ya da onların görevlendirdiği simsarlar ise bu bilgi eksikliğinden yararlanmak için köylüyü pazara gelmeden yolda yakalıyor; elindeki ürünleri ucuza kapatıyor, sonra da pazarda rayiç bedelle satıyorlardı. Peygamber Efendimiz bundan haberdar olunca, yollarda köylüden mal alımını yasaklamış, “Bırakın, pazara gelsinler, fiyatları görsünler, siz ondan sonra mallarına talip olun” buyurmuştu. Pazarlık kızıştırmaya da karşı olan Peygamber Efendimiz, “Bir malı alıyor görünerek değerini artırmayın.” hükmünü getirmişti. Birisinin, mülkiyetinde olmayan bir malı satmasının veya mahsulü kaldırmadan “faraza satışı” ve “faraza alışı”nın yasaklanması da yine Hz. Muhammed’in getirdiği kurallardandı. Resulullah, bu konuda şöyle buyurmuştu: “Yanında (mülkiyetinde) bulunmayan bir malı satman helal değildir. Teslim almadan önce satılan malın kârı da helal değildir.”
Putperest Araplarının tuhaf âdetlerinden birisi de iş hayatında yaşanan başarısızlıkların ağır bir cezalandırmaya maruz bırakılmasıydı. Üstelik bu cezayı, başarısız olan kişi kendi kendine verirdi. “İtifad” adı verilen bu âdete göre, ticari olarak batan bir tüccar; bunu onursuzluk olarak görür, çöle çekilip çadırında ölümü beklerdi. Müflis tüccar, ailesini de beraberinde götürdüğü için olayın sosyal boyutu da yıkıcı oluyordu. Hz. Peygamber’in üçüncü göbekten dedesi olan Hâşim b. Abdümenaf, itifadın yıkıcılığını görmüş, zararlarını Mekke ahalisine anlatmıştı. Bu uygulamanın, kendilerini diğer Araplar arasında zayıf düşürdüğü görüşünü savunmuştu. Çare olarak da, “mudaraba” sistemini getirmişti. Buna göre tâcirler, sermayelerini bir araya getirip kervan oluşturacaklardı. Böylece küçük yatırımcı güvence altına alınmış, ortak sermaye de büyük bir meblağa ulaşmış olacaktı. Bu uygulamanın başlamasıyla birlikte ticari sermaye örgütlenmiş, büyümüştü. Organizasyonun, küçük sermayedarı cezbeden yapısı, hassaten Hâşim b. Abdümenaf’ın “ilâf” (ısındırırak, alıştırarak ahidleşme) çabalarıyla büyüyen sermaye, Arap Yarımadası’nın ötelerine kadar uzanmıştı. İşte bu yöntem, mudaraba yöntemi, sonraları İslam toplumunun en önemli ekonomi enstrümanlarından birisi haline gelecekti. Hz. Peygamber ve Halifeler döneminde bu yöntem daha da geliştirilerek, Kureyş’ten olmayan tâcirlerin, büyük bir ticaret merkezi olan Mekke’ye göç ettiklerinde, dengi olan bir Kureyşli tâcirle ittifak kurması zorunlu hale getirilmişti. Giderek, panayırlarda en fazla Kureyş lehçesi kullanılır hale gelmişti. Bu da Kureyş lehçesinin bölge dışına taşınmasına, diğer lehçelere üstünlük sağlamasına yol açmıştı. Sonuçta, diğer Arap tüccarlar, ticaretlerini yürütebilmek için – tıpkı, bugün ticarî ilişkilerde İngilizcenin hâkim dil olması gibi – Kureyş lehçesini öğrenmek zorunda kalıyorlardı. Bu ise beraberinde Kureyş örfünün, yaşam tarzının yayılmasını getiriyordu. Böylece, diğer kabilelerden insanlar bu örfleri öğreniyor, uyguluyor, geldikleri yerlere de taşıyorlardı. Bütün bu etkenler Kureyş ve onun temsil ettiği inançsal ve siyasal gücün yayılmasını, bilahare de İslam’ın sırasıyla yerel, bölgesel ve devletler arası bir güç haline gelmesini kolaylaştırıyordu. Resulullah, parasal konularda son derece hassastı. Bir dönem Peygamber Efendimiz’in hesap kitap işlerine bakan Meysere, bir gün O’nu hesaplarla meşgulken görmüştü. Yanına giderek, “Ey Muhammed! Saatlerdir ne yapıyorsun burada?” diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle demişti: “Ey Meysere! Kervanın hesapları ile kendi hususî hesaplarımı ayırmıştım ama nasıl yapmışsam küçük bir karışma olmuş. Kervanın parası mı benim parama karışmış, benim param mı kervanın parasına karışmış bilemiyorum. Bu şüphe içerisinde daha fazla bocalayacağıma, sen şahit ol ki, tüm paramı kervanın parasına katıyorum. Kervanın bir tek dirhemi bana geçeceğine benim onlarca dirhemim kervanın hesabına geçsin.” Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde, İslâm orduları aynı anda 14 farklı cephede savaşmak durumunda kalmıştı. Bu nedenle de İslam toplumun kaynaklarının büyük bölümü savaş giderlerine harcanıyordu. Kaynaklar savunma ve taarruza gidince de Medine’de çok ciddi bir kıtlık görülmüştü. Öyle ki, artık insanlar yiyecek bulmakta zorlanıyor, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlardı. O günlerde Hz. Osman’a ait 1000 develik büyük bir kervan ise Medine’ye gelmek üzereydi. Kervan, Şam’dan getirilip Medine pazarında satılacak gıda maddeleriyle doluydu. Hz. Osman’ın malları şehre girince Müslümanlar büyük bir sevinç yaşamışlardı. Zira 1000 develik bir kervan, kıtlığı ciddi ölçüde azaltacaktı. Tüccarlar hemen Hz. Osman’ın kapısında sıraya girmişlerdi. Tüccarlar, “Ey Osman! Malları Şam’dan kaça aldınsa yüzde 10 fazlasına bize sat” deyince Hz. Osman, “Sizden daha fazla veren var. Niye size satayım ki?” cevabını vermişti. Tüccarlar, “Yüzde 20 olsun” demiş ama gene aynı cevabı almışlardı. Alıcılar yüzde oranlarını ne kadar artırdılarsa da Hz. Osman’dan hep aynı cevap geliyordu. Tüccarlar sonunda isyan edip, “Osman sen fırsatçılık yapıp fiyat yükseltiyorsun. Medine’de bu fiyattan daha fazlasını sana verecek birini tanımıyoruz. Şimdi gidip seni Ebu Bekir’e şikâyet edeceğiz.” diyerek Halife’nin karşısına dikilmişlerdi. Halife Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman’ın böyle bir şey yapmayacağını bildiği için, işin doğrusunu kendisinden öğrenmek isteyip, yanına Hz. Ömer’i de alarak evine gittiğinde, ondan şu sözleri duyacaktı: “Ey Allah Resûlü’nün Halifesi! Ben tüccarların verdiklerinden daha fazla veren bir tüccar buldum. Niye ona vermeyeyim ki? O tüccar Yüce Allah’tır. Medine’nin halkı bu kıtlık günlerinde bu zorlukları çekerken, ben nasıl olur da bu işe seyirci kalırım? Ey Ebu Bekir! Sen ve tüm müminler şahit olun ki, bu bin deve üzerindekilerle beraber Medine halkına infaktır.” Vahiy devam ederken, ortaya çıkan kimi yeni emirler, ticari hayatı da etkileyebiliyordu. İşte bu noktada muhtesipler devreye giriyor, insanları yeni emirler konusunda bilgilendiriyorlardı. Dönemin meşhur tüccarlarından Keysân, Şam’a gitmiş, buranın en tutulan şaraplarından develer dolusu yükü Medine’ye getirmişti. Keysan, bu ticaretinden büyük bir gelir bekliyordu. O günkü pazarın muhtesipleri ise Hz. Muhammed ile Hz. Ömer’di. Efendimiz Keysân’a, “Ey Keysân! Senin ardından içki haram kılındı” demişti. Keysân bunu öğrenince bir an bile tereddüt etmeden, eline aldığı bir bıçakla şarap kırbalarını (tulum) delip, bütün şarabı sokağa akıtmıştı. İslam toplumunda hızlıca hayata geçen bir diğer finansal uygulama ise faizin her türlüsünün yasaklanması olmuştu. O devirlerde ticaretin en belirleyici faktörü faizdi. Peygamber Efendimiz, faizin haram kılınmasının ardından, bu belanın toplumdan tamamen sökülüp atılması için çok önemli adımlar atmıştı. Borçlu ile alacaklı arasındaki hukuk yeniden tanzim edilirken, bir tarafın suistimal etmemesini, diğer tarafın da fırsatçılık yapmamasını temin için ne gerekiyorsa onlar kurala bağlanmıştı. Peygamber Efendimiz ve arkadaşlarının faiz konusundaki kararlı tutumu öylesine etkili olmuştu ki, Medine’de tamamen faiz üzerinden yürüyen geçerli sistem; çok değil, Hicret’in sadece altıncı yılının sonlarında toplumun ticarî ve sosyal hayatından tamamen kalkmıştı. * Muhammed Emin Yıldırım, “Asr-ı Saâdet’te Ticaret ve Tüccar Sahâbîler”, İktisadî Girişim ve İş Ahlâkı Derneği Yayınları, İstanbul, 2014
Stokçuluk, tarihin her döneminde olduğu gibi, İslam’ın yayılma yıllarında da görülen bir ticarî defoydu. Özellikle cahiliye devrinde hâkim olan bu anlayışın İslam toplumunu da etkisi altına almaması için özel bir gayret gösteren Peygamber Efendimiz, malı istifleyip, daha sonra fahiş fiyatla satma girişimlerini yasaklamış, uymayanları uyarmış, ısrar edenlerle ilgili olarak “Stokçu, karaborsacı ne fena bir kuldur; fiyatların düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyunca sevinir.” buyurmuştu. Yine başka bir hadis de şöyleydi: “Uzak yerden bedeller ödeyerek mal getiren tüccar rızıklandırılmış, malı stoklayıp ondan haksızca kazanç elde etmek isteyen ise lanetlenmiştir.” Gerek Peygamber Efendimiz, gerekse Dört Halife döneminde kamusal otorite; bireylerin hür iradeleriyle gerçekleşen, rızaya dayalı ticarete – toplumsal bir mahzur olmadıkça – karışmıyor ama bu durum, piyasanın başıboş bırakıldığı anlamına da gelmiyordu. Mesela, küçük üreticilerin haksız rekabete maruz kalmamasına azamî dikkat gösteriliyordu. Medine pazarlarına bahçelerinden, tarlalarından çeşitli ürünler getiren köylüler vardı. Bunlar, Medine’nin dışında oldukları için de fiyatlardan haberleri olmuyordu. Büyük tüccarlar ya da onların görevlendirdiği simsarlar ise bu bilgi eksikliğinden yararlanmak için köylüyü pazara gelmeden yolda yakalıyor; elindeki ürünleri ucuza kapatıyor, sonra da pazarda rayiç bedelle satıyorlardı. Peygamber Efendimiz bundan haberdar olunca, yollarda köylüden mal alımını yasaklamış, “Bırakın, pazara gelsinler, fiyatları görsünler, siz ondan sonra mallarına talip olun” buyurmuştu. Pazarlık kızıştırmaya da karşı olan Peygamber Efendimiz, “Bir malı alıyor görünerek değerini artırmayın.” hükmünü getirmişti. Birisinin, mülkiyetinde olmayan bir malı satmasının veya mahsulü kaldırmadan “faraza satışı” ve “faraza alışı”nın yasaklanması da yine Hz. Muhammed’in getirdiği kurallardandı. Resulullah, bu konuda şöyle buyurmuştu: “Yanında (mülkiyetinde) bulunmayan bir malı satman helal değildir. Teslim almadan önce satılan malın kârı da helal değildir.”
Putperest Araplarının tuhaf âdetlerinden birisi de iş hayatında yaşanan başarısızlıkların ağır bir cezalandırmaya maruz bırakılmasıydı. Üstelik bu cezayı, başarısız olan kişi kendi kendine verirdi. “İtifad” adı verilen bu âdete göre, ticari olarak batan bir tüccar; bunu onursuzluk olarak görür, çöle çekilip çadırında ölümü beklerdi. Müflis tüccar, ailesini de beraberinde götürdüğü için olayın sosyal boyutu da yıkıcı oluyordu. Hz. Peygamber’in üçüncü göbekten dedesi olan Hâşim b. Abdümenaf, itifadın yıkıcılığını görmüş, zararlarını Mekke ahalisine anlatmıştı. Bu uygulamanın, kendilerini diğer Araplar arasında zayıf düşürdüğü görüşünü savunmuştu. Çare olarak da, “mudaraba” sistemini getirmişti. Buna göre tâcirler, sermayelerini bir araya getirip kervan oluşturacaklardı. Böylece küçük yatırımcı güvence altına alınmış, ortak sermaye de büyük bir meblağa ulaşmış olacaktı. Bu uygulamanın başlamasıyla birlikte ticari sermaye örgütlenmiş, büyümüştü. Organizasyonun, küçük sermayedarı cezbeden yapısı, hassaten Hâşim b. Abdümenaf’ın “ilâf” (ısındırırak, alıştırarak ahidleşme) çabalarıyla büyüyen sermaye, Arap Yarımadası’nın ötelerine kadar uzanmıştı. İşte bu yöntem, mudaraba yöntemi, sonraları İslam toplumunun en önemli ekonomi enstrümanlarından birisi haline gelecekti. Hz. Peygamber ve Halifeler döneminde bu yöntem daha da geliştirilerek, Kureyş’ten olmayan tâcirlerin, büyük bir ticaret merkezi olan Mekke’ye göç ettiklerinde, dengi olan bir Kureyşli tâcirle ittifak kurması zorunlu hale getirilmişti. Giderek, panayırlarda en fazla Kureyş lehçesi kullanılır hale gelmişti. Bu da Kureyş lehçesinin bölge dışına taşınmasına, diğer lehçelere üstünlük sağlamasına yol açmıştı. Sonuçta, diğer Arap tüccarlar, ticaretlerini yürütebilmek için – tıpkı, bugün ticarî ilişkilerde İngilizcenin hâkim dil olması gibi – Kureyş lehçesini öğrenmek zorunda kalıyorlardı. Bu ise beraberinde Kureyş örfünün, yaşam tarzının yayılmasını getiriyordu. Böylece, diğer kabilelerden insanlar bu örfleri öğreniyor, uyguluyor, geldikleri yerlere de taşıyorlardı. Bütün bu etkenler Kureyş ve onun temsil ettiği inançsal ve siyasal gücün yayılmasını, bilahare de İslam’ın sırasıyla yerel, bölgesel ve devletler arası bir güç haline gelmesini kolaylaştırıyordu. Resulullah, parasal konularda son derece hassastı. Bir dönem Peygamber Efendimiz’in hesap kitap işlerine bakan Meysere, bir gün O’nu hesaplarla meşgulken görmüştü. Yanına giderek, “Ey Muhammed! Saatlerdir ne yapıyorsun burada?” diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle demişti: “Ey Meysere! Kervanın hesapları ile kendi hususî hesaplarımı ayırmıştım ama nasıl yapmışsam küçük bir karışma olmuş. Kervanın parası mı benim parama karışmış, benim param mı kervanın parasına karışmış bilemiyorum. Bu şüphe içerisinde daha fazla bocalayacağıma, sen şahit ol ki, tüm paramı kervanın parasına katıyorum. Kervanın bir tek dirhemi bana geçeceğine benim onlarca dirhemim kervanın hesabına geçsin.” Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde, İslâm orduları aynı anda 14 farklı cephede savaşmak durumunda kalmıştı. Bu nedenle de İslam toplumun kaynaklarının büyük bölümü savaş giderlerine harcanıyordu. Kaynaklar savunma ve taarruza gidince de Medine’de çok ciddi bir kıtlık görülmüştü. Öyle ki, artık insanlar yiyecek bulmakta zorlanıyor, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlardı. O günlerde Hz. Osman’a ait 1000 develik büyük bir kervan ise Medine’ye gelmek üzereydi. Kervan, Şam’dan getirilip Medine pazarında satılacak gıda maddeleriyle doluydu. Hz. Osman’ın malları şehre girince Müslümanlar büyük bir sevinç yaşamışlardı. Zira 1000 develik bir kervan, kıtlığı ciddi ölçüde azaltacaktı. Tüccarlar hemen Hz. Osman’ın kapısında sıraya girmişlerdi. Tüccarlar, “Ey Osman! Malları Şam’dan kaça aldınsa yüzde 10 fazlasına bize sat” deyince Hz. Osman, “Sizden daha fazla veren var. Niye size satayım ki?” cevabını vermişti. Tüccarlar, “Yüzde 20 olsun” demiş ama gene aynı cevabı almışlardı. Alıcılar yüzde oranlarını ne kadar artırdılarsa da Hz. Osman’dan hep aynı cevap geliyordu. Tüccarlar sonunda isyan edip, “Osman sen fırsatçılık yapıp fiyat yükseltiyorsun. Medine’de bu fiyattan daha fazlasını sana verecek birini tanımıyoruz. Şimdi gidip seni Ebu Bekir’e şikâyet edeceğiz.” diyerek Halife’nin karşısına dikilmişlerdi. Halife Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman’ın böyle bir şey yapmayacağını bildiği için, işin doğrusunu kendisinden öğrenmek isteyip, yanına Hz. Ömer’i de alarak evine gittiğinde, ondan şu sözleri duyacaktı: “Ey Allah Resûlü’nün Halifesi! Ben tüccarların verdiklerinden daha fazla veren bir tüccar buldum. Niye ona vermeyeyim ki? O tüccar Yüce Allah’tır. Medine’nin halkı bu kıtlık günlerinde bu zorlukları çekerken, ben nasıl olur da bu işe seyirci kalırım? Ey Ebu Bekir! Sen ve tüm müminler şahit olun ki, bu bin deve üzerindekilerle beraber Medine halkına infaktır.” Vahiy devam ederken, ortaya çıkan kimi yeni emirler, ticari hayatı da etkileyebiliyordu. İşte bu noktada muhtesipler devreye giriyor, insanları yeni emirler konusunda bilgilendiriyorlardı. Dönemin meşhur tüccarlarından Keysân, Şam’a gitmiş, buranın en tutulan şaraplarından develer dolusu yükü Medine’ye getirmişti. Keysan, bu ticaretinden büyük bir gelir bekliyordu. O günkü pazarın muhtesipleri ise Hz. Muhammed ile Hz. Ömer’di. Efendimiz Keysân’a, “Ey Keysân! Senin ardından içki haram kılındı” demişti. Keysân bunu öğrenince bir an bile tereddüt etmeden, eline aldığı bir bıçakla şarap kırbalarını (tulum) delip, bütün şarabı sokağa akıtmıştı. İslam toplumunda hızlıca hayata geçen bir diğer finansal uygulama ise faizin her türlüsünün yasaklanması olmuştu. O devirlerde ticaretin en belirleyici faktörü faizdi. Peygamber Efendimiz, faizin haram kılınmasının ardından, bu belanın toplumdan tamamen sökülüp atılması için çok önemli adımlar atmıştı. Borçlu ile alacaklı arasındaki hukuk yeniden tanzim edilirken, bir tarafın suistimal etmemesini, diğer tarafın da fırsatçılık yapmamasını temin için ne gerekiyorsa onlar kurala bağlanmıştı. Peygamber Efendimiz ve arkadaşlarının faiz konusundaki kararlı tutumu öylesine etkili olmuştu ki, Medine’de tamamen faiz üzerinden yürüyen geçerli sistem; çok değil, Hicret’in sadece altıncı yılının sonlarında toplumun ticarî ve sosyal hayatından tamamen kalkmıştı. * Muhammed Emin Yıldırım, “Asr-ı Saâdet’te Ticaret ve Tüccar Sahâbîler”, İktisadî Girişim ve İş Ahlâkı Derneği Yayınları, İstanbul, 2014