Serdar Korucu
“Dile gelse, konuşsa, anlatsa ne olduysa
Esenlikler, dilekler, toplu mezarlar,
Hiç bahis olmayan yerler”
Neyse
Mardin 12 yıl içinde 5. kez bienale ev sahipliği yapıyor. 24 ülkeden 40 sanatçıya kapısını açan etkinlik, dar sokakların arasındaki hanlarında, konaklarında ve başka tarihi yapılarının içinde eserlere yer veriyor. Tüm “masalsı” ve karanlık geçmişinin yanında…
İtalyan mimar ve tasarımcı Aldo Rossi, “Kentin kendisi orada yaşayanların kolektif belleğidir” der. Geçmişin kısmen şimdiki zamanda yaşandığını da ekleyerek… Mardin onlardan biri. Hem “masalsı” hem “karanlık” geçmişi ile birlikte…
Osmanlı döneminde, 1835’te asker alımı için yapılan nüfus tespitine göre, şehir Müslüman ve Hristiyan nüfus açısından tahminen neredeyse eşit durumdaydı. Net olmayan veriler, 9 bin 80’i Müslüman, 9 bin 45’i Hıristiyan ve 90’ı Yahudi olmak üzere şehirde toplam 18 bin 215 kişinin yaşadığını gösteriyordu. İşte bu şehir 1927 yılındaki Cumhuriyet rejiminin ilk nüfus sayımına kadar büyük bir değişim yaşayacak, Müslüman nüfus 41 bin 675’e çıkarken, diğer dinlere yazılan nüfus 6 bin 132’ye düşecekti. Bugün bu şekilde şehrin etnik dağılımını bilmek mümkün değil ama Mardin’in 19. yüzyılın kozmopolitliğine sahip olmadığı aşikar. Özellikle de Ermenilerin “Büyük Felaket”, Süryanilerin “Sayfo”su sonrasında.
Bu yok edilişten nasibini daha az alanlar, şehirdeki yapılar olmuş. Yapılar, bir zamanlar içini dolduran nüfus, halklar yok edilmiş olsa da tüm badirelere rağmen heybetiyle var olmaya devam ediyor. Bu nedenle Mardin, bir zamanlar bölgenin önde gelen merkezlerinden biri olma özelliğini koruyor. Fakat örneğin, bugün sadece coğrafyası Elazığlıların mangal ve çay keyfine hizmet eden Harput öyle değil. Ya da savaşın dümdüz ettiği Antep ve Van. Mardin’in tarihi silinmemiş. Böylece geçmişle bağını kurmak isteyenler en azından binalar aracılığıyla bunu gerçekleştiriyor. Fakat bu nedenle özellikle de Osmanlı döneminde sivil hizmette kullanılan yapıların büyük bölümü bir mezar taşına dönüyor. Sahiplerinin bedenlerinin akıbeti çoğunlukla belli olmasa da…
Bu yapıların başında gelen, şehrin Ermeni ve nüfuzlu ailelerinden Atamyanlara ait olan konak, bu sene de bienalin ana mekanlarından. Yapının dışının bir bölümünü bugün Danimarkalı sanatçı E. B. Itso’nun “Allotria, Mardin #1” adlı eseri kaplıyor. Yapıt, daha özgür bir yaşam hayali, kendi kaderini tayin hakkı ve ucuz konut bulma ihtiyacıyla genç işgalcilerin ele geçirdikleri bir evi simgeliyor. Soykırım sürecinde ilk öldürülenler arasındaki Atamyan ailesine ait konağının işgalcileriyse çok değil, yaklaşık 20 yıl sonra “Nazi üniformaları” giyecek olan Alman askerleriydi. Ülkelerinin “silah arkadaşı” ya da belki daha doğru bir ifadeyle “yarı sömürgesi” olan Osmanlı’nın topraklarını savunmak için bu yapıya postallarıyla girmişlerdi. Bu sebeple bina hala şehirde ve dolayısıyla bienalin kataloğunda “Alman Karargahı” diye anılıyor.
Bu iki işgali bir araya getiren binanın dış merdiveninden çıkarken, Mar Hırmız Keldani Kilisesi’ne komşu ikinci katta ziyaretçileri karşılayan Nandita Kumar’ın “Osmoscope: Osmotik Toprakların Yankıları” eseri oluyor. Kumar, yapıtında çevreye odaklansa da eserindeki bir detay adeta içinde olduğu yapıyı anlatıyor. Elinde silah tutan insanların bir uçurumun kenarından seyrettiği alanda, uçurumun dibindeki insanlardan yukarıya, toprağın üstüne çıkan, çiçekler ve meyveler veren ağaçlar, yok edilmiş olan Atamyan ailesinin fertlerinin Mardin’e bırakmış olduğu konaklarını hatırlatıyor.
Bienalin bir başka mekanıysa ilk iki katı 19. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen Develi Han. Bienal kataloğuna göre, bir kitabesi olmaması nedeniyle hanın inşa edildiği tarih net olarak bilinmiyor. Bienalin küratörü Adwait Singh bu mekanı, böyle yerlerin bölge halklarının bir araya geldiği bir yer olduğu için seçtiğini vurgularken buradaki ilk eser Bhagwati Prasad’a ait “Begumpura-Kedersiz Bir Yer”, ziyaretçileri bir ütopyaya çağırıyor. Sanatçı bu yapıtında, Hindistan’da 15. yüzyılda deri işleyen Ravidas’ın eşitlik üzerine kurulmuş bir yönetimin coşkun vizyonunu yansıttığı “Begumpura” adında bir yeri işliyor. Dünyanın pek çok yeri gibi tam da Mardin’le tezat içine sokarak… Üst katındaysa Neda Saeedi’nin “Camları Sadece En Yüksekten Uçan Kuşlar Paramparça Edebilir” adlı eseri karşılıyor. Kilise camlarının vitraylarına öykünen eserdeki cam eserlerde ana tema kuşlar oluyor. Parçalayamadığı camların üstünde yer alıyor bu kuşlar. “Egzotik” bulunmaları nedeniyle herkesin ilgisini çekiyor ve fotoğraflanıyorlar vitrayların üzerinde. Yapıtın da ana kimliğini oluşturuyor. Bu durumları, Mardin’deki yok oluştan nasibini yoğun bir şekilde alan Hıristiyan nüfusu andırıyor. Bugün kültürel nüfuzu şehir içinde yoğun, nüfusu az bu toplumların turizm sektörünün şehri bir masal gibi “pazarlarken” hatırladığı ve hatırlattığı gibi. Bu değişimi düşününce bienal serisinin ikinci halkasında yer alan, 2016’da kaybettiğimiz Süryani basma kalıp eserleriyle tanınan Nasra Şimmes’in sesi çınlıyor: “Tüm Mardin, Süryani’ydi o zamanlar. Birkaç ev Müslümanlara aitti sadece. Bu nedenle herkesin pek çok kilisesi, papazı vardı. Ama her şey Ermeni sevkiyatı ile değişti. Herkes bir yerlere kaçmaya başladı.”
Bienalin bir başka sergi alanı olan Tasarım Vakfı Meydan Galeri’deki Karan Shrestha’nın yapıtıysa tarihi değiştirilen bir başka coğrafyaya götürüyor ziyaretçilerini. Nepal’de 1973’te insan erişimine kapatılarak “korunan” Chitwan Ulusal Parkı’nın tarihine odaklanıyor. Bölgenin yerel sakinlerinden kopartılarak onlar için “ev” anlamına gelen toprağın insansızlaştırılırken askerileştirilmesini, silahlı kuvvetler tarafından bu toplulukların zorla tahliye edilişini, toprak ve geçim kaynaklarının kaybını, tutuklamaları, işkenceleri ve cinsel saldırıları anlatıyor. Eserin bir başka yok oluşu yaşayan Mardin’de, Döne Otyam ve Hakan Irmak’ın direktörlüğünü üstlendiği bu bienalde sergilenmesi önemli ve değerli. Çünkü yazının en başındaki alıntının da yer aldığı Neyse grubunun “Eski Bahçe” şarkısının hatırlattığı gibi, geçen yüzyıl “hepsinden ulu bir çınar”ın “kalbinden kuru bir çınar”a dönüştüğü süreçte kuruyan, daha doğrusu kurutulan bir şehir Mardin. Bienalin ana teması “Çimenin Vaadi”ni hatırlatarak yer yer taşların arasından, sıvaları kırarak yine yeniden yeşeren ama asla eski günlerine dönemeyen, dönemeyecek olan bir şehir.