Bir bakışta Kazakistan Vakanüvis Kazakistan, toplumsal ve siyasal alt üst oluşun kıyısından döndü. Hâlâ da kaostan düzene geçme çabalarının sancılı süreci yaşanıyor. Kazakistan’ın bugünü böyle… Peki; dünü, geçmişi, ta en gerilerden mazisi nasıl Kazakistan’ın? Buyrun, bakalım… Kazak bölgesi, antik çağlardan itibaren medenileşmenin merkezlerinden birisi olmuştu. Mesela at, insanlık tarihinde Kazak bölgesinin büyük bozkırlarında evcilleştirilmişti. Kazak bölgesi, uzun asırlar boyunca karasal İpek Yolları’nın atası olan Avrasya Bozkır Rotası’nın da önemli bir parçasıydı. Coğrafyada; sırasıyla Proto-Hint-Avrupa Afanasiyevo kültürü, daha sonra Andronovo kültürü ve Erken İran kültürleri ile Saka ve Massagetler gibi çeşitli kültürlere sahip halklar yaşamışlardı. İskitler ve Persler de bölgede varlık göstermiş, M.Ö. 329 yılında, Büyük İskender’in önderliğindeki Makedonya Ordusu İskitlerle savaşmışlardı. Kazakistan’da, 11. yüzyılın başlarından itibaren Kumanlar, Kıpçaklar ile birleşerek Kuman-Kıpçak Hanlığı’nı kurmuşlardı. Karahanlı ve Altın Ordu devletleri de bölgede varlık göstermişti. Bu asırlarda İpek Yolu boyunca Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan ülke, küçük egemenlik alanlarının çekişmesi yaşanıyordu. Gerçek siyasi konsolidasyon ancak 13. yüzyılın başlarında Moğol yönetiminde sağlanabilmişti. Moğol İmparatorluğu’na bağlı olarak idari bölgeler kurulmuş, bunlardan bazıları Kazak Hanlığı altında toplanmıştı. 15. yüzyılda Türk kabileler arasında Kazak kimliğinin ortaya çıkması ile başlayan süreç, 16. yüzyılın ortalarında Kazak dili, kültürü ve ekonomisinin belirginleşmesiyle pekişmişti. Ancak bölge, yerli Kazak Emirleri ile Farsça konuşan güneydeki komşuları arasında bitmek bilmeyen bir çekişmenin merkezi olmuştu. 17. yüzyılın başlarında kabileler arasındaki çekişmeler, nüfus ve arazilerin küçük topluluklar arasında bölüşülmesi, doğu batı arasında kara yoluyla ticareti sağlayan yolların öneminin azalması gibi nedenlerle Kazak Hanlığı giderek zayıflatmıştı. Kazakistan bütün bu süreçte; Moğollar, Rusya, Çin, Özbekistan ve hatta İngiltere’nin saldırı ve içini karıştırmalarının hedefi olmuştu. Rusların kontrolü tamamen ele geçirmesiyle birlikte ise bölge halklarının daha da talihsiz dönemi başlamıştı. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren İngiltere ve Rusya’nın Orta Asya ve Asya’da nüfuz alanı oluşturma çabalarını anlatmak için oluşturulan tabirle “Büyük Oyun” başlamıştı. Hindistan’ın güneyinden Güneydoğu Asya’ya kadar etki alanını genişleten İngiltere’ye karşı, Rusya da askeri garnizonlar ve kışlalar inşa ederek, İngiliz yayılmasını püskürtmek istemişti. Askeri tesislerin ardından sosyal kurumlarını da bölgeye taşıyan Çarlık Rusyası, coğrafyayı hızla “Ruslaştırma” çabasına girişmişti. Ancak Rusların baskıcı uygulamaları, kısa sürede Kazakların isyanına yol açmıştı. 1860’lı yıllarda başlayan bu isyanlar bölgenin göçebe hayat tarzı ve hayvancılığa dayalı ekonomisinin bozulmasına, buna bağlı olarak da insanların açlık ve kıtlık çekmelerine yol açmıştı. Kazaklar geleneksel üretim pratiklerini bırakıp, bütün güçleriyle Ruslara saldırmaya vakit ayırsalar da “Rusya, girdiği evden çıkmaya pek niyetli görünmüyordu.” Çarlık, asimilasyon politikasında kararlıydı. Ondokuzuncu yüzyılın son on yılında Rus İmparatorluğu topraklarından getirilen yerleşimciler, bugünkü Kazakistan topraklarını koloniye dönüştürmeye başlamıştı. 1906 yılında Orenburg’dan Taşkent’e kadar uzanan Trans-Aral Demiryolu’nun yapımının tamamlanması ise bölgeye yönelik göçü daha da arttırmıştı. Sadece bir asırda bu topraklara 400 bin Rus’un yanı sıra yaklaşık bir milyon Slav, Alman ve Yahudi de bölgeye, üstelik de ülkenin en verimli kısımlarına gelmişti. Sovyetler Birliği’nin ilk çeyreğinde zorunlu kolektivizasyon ve bölgenin üretimlerine merkezi idarenin el koyması nedeniyle Kazakistan’da bir kez daha büyük bir kıtlık yaşanmıştı. Sovyet baskısı ve kıtlık çok sayıda ölüme neden olmuştu. Kazak bölgesi, 1930 ve 1940’lı yıllar boyunca SSCB tarafından sınır dışı edilen ya da toplu iskâna tâbi tutulanların adresi olacaktı. Mesela, 1941 yılında, sayıları 400 bini bulan Volga Almanı, Yunan ve Kırım Tatarı buraya sürülmüştü. Sınır dışı edilen, tutuklanan ve “halk düşmanı” ilan edilen erkekler, Sovyet Çalışma Kamplarına (Gulag) hapsedilmişlerdi. Dünya edebiyatına “Gulag Takım Adaları” isimli üç ciltlik muazzam eseri armağan eden Aleksandr Soljenitsin, kitabını kendi mahkûmiyetinden, kamplarda başından geçenlerden ve zulüm altında ölen binlerce insanının yaşadıklarından notlarla oluşturmuştu. Sovyetler Birliği yönetiminin adeta bir “devlet geleneği” haline getirdiği Kazaklara zulüm politikası daha pek çok alanda görülüyordu. Sovyetler Birliği’nin bir parçası iken topraklarının bir kısmını Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne, bir kısmını da Özbekistan’a bağlı Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’ne vermek zorunda kalan Kazakistan, Sovyetler döneminde 2 milyona yakın insanını açlık, kıtlık ve Rus saldırıları sonucu kaybetmişti. Ayrıca on milyonlarca büyük baş hayvana da bu dönemde el konulmuştu. Sovyet yönetimi boyunca Kazakistan toprakları aşırı bir kullanıma tâbi tutulmuş, bu nedenle Aral ve Balkaş göllerinde büyük ölçekli tuzlanma ve kurumalar yaşanmıştı. Bölgedeki insanlara yönelik zulüm nükleer silah denemelerinde de görülmüş, . Kazakistan adeta “kobay ülke” haline getirilmişti. 1947 yılında Sovyet hükümeti, atom bombası projesinin bir parçası olarak Kazakistan topraklarını kullanmıştı. Bu bölgede 1989 yılına kadar yüzlerce nükleer test yapılmış, bu testlerin zararlı çevresel ve biyolojik sonuçları ortaya çıkmıştı. Kazakistan Semey’deki nükleer denemeler neticesinde bölgede ortalama hayat süresinde büyük bir düşüş yaşanmış, radyasyona bağlı olarak sakat doğumlar ve çeşitli patolojik hastalıklar görülmüştü. Almaatı’da Aralık 1986’da başlayan geniş çaplı ayaklanmada, kitleri tetikleyen başlıca unsurlardan birisi de işte bu nükleer denemeler olmuştu. Ruslar, Kazakistan’ı tamamen ele geçirmelerinin arından halkın inançlarına en sert biçimde müdahaleye başlamışlardı. Çarlık döneminde buraları misyoner akınına uğratmışlar, Bolşevik devrimi sonrası ise ateizm politikasını yaygınlaştırmışlardı. Katılımın mecburi olduğu ateistlik konferansları düzenleniyor, ateizm okuma salonları açılıyor, Sovyet milli günlerini kutlamak zorunlu kılınıyor, halkı içkiye alıştırmak için propaganda yapılıp, ücretsiz içki dağıtılıyordu. Rus yönetimi Sovyet döneminde ayrıca, Türk lehçeleri arasındaki farklılıkları arttırıp, her birini ayrı bir dil şekline sokmaya çalışmış, Arap alfabesini zorla Kiril alfabesine döndürmüştü. 1930 tarihinde Komünist Halk Komiserliği Konseyi’ne sunulan bir raporda “Müslümanların dini kuruluşlarının hemen hepsi tamamen yok olmanın eşiğindedir. Muhtesiplerin yüzde 87’si kapanmıştır. 12.000 camiden 10.000’den fazlası kapanmıştır. Molla, imam ve müezzinlerin yüzde 90 ile yüzde 97 arasındaki kısmı, dini görevlerini yapamaz hale getirilmiştir.” ifadeleri yer alıyordu. Ateizm politikasının tavan yaptığı 1950’lerde, Kazak halkın her şeye rağmen dinsizliğe direnmesi üzerine Sovyet yönetimi yeni çalışmalar içine girmişti. Bu çerçevede 1954 yılında “Bilimsel Ateizm Propagandasındaki Eksiklikler ve Bunların Giderilmesine Yönelik Tedbirler” ile “Halk Arasında Bilimsel Ateizm Propagandası Yapılırken İşlenen Hatalar” başlıklı iki yönetmelik hazırlanarak, bölgede bu kararlar doğrultusunda çalışılmaya başlanmıştı. Yakın tarihli bir başka raporda da Müslümanlara ait 30 binden fazla cami bulunduğunu, bu sayının 1976 yılına kadar 143’e düştüğü “iftiharla” anlatılıyordu. Bölgede Çarlık Rusyası’nın nüfuzunu arttırdığı dönemlerde de, komünist idarenin azgınlaştığı yıllarda da Kazak topraklarında filizlenen bir dinî akım ise ülkenin manevî alanda kötü olan durumunun, en azından daha da kötüye gitmesine engel olmuştu. Günümüzde Türkiye’de de çok sayıda müntesibi bulunan Nakşibendîlik tarikatı, Kazak topraklarında ortaya çıkmıştı. Çarlık Rusyası, bir yandan polisiye tedbirlerle bir yandan da Hıristiyan misyonerlerle halkı İslam’dan uzaklaştırmak istedikçe, bu tarikat da gizliden gizliye büyümeye başlamıştı. Kazak halkı, VIII’inci yüzyıldan itibaren Müslüman Arapların bölgeye yönelik seferleriyle tanışıp, gönül rızasıyla kabul ettiği İslam’ı, bütün o zor dönemlerde Nakşibendîlikle korumaya çalışmıştı. Nakşîlik, Yesevîlik, Kadirîlik ve Kübrevîlik gibi tarikatlar, coğrafyadaki en yaygın dinî akımlar haline gelmişti. Aslen Hamedanlı olup irşad için Merv’e göçen Yusuf Hamedanî’nin müridleri olan Hoca Ahmed Yesevî ve Abdülhalık Gücdüvanî, kurdukları Yesevilik ve Hacegan tasavvuf ekolleri ile bir yandan bölgedeki İslamî şuuru diri tutarken, bir yandan da değişik coğrafyalara yayılan talebeleri aracılığıyla dünyanın farklı bölgelerinde İslam’ın yayılmasını sağlamışlardı. Gücdüvanî’nin vefatından sonra Hace Bahaeddin Nakşbendî zamanında Hacegan tarikatı çok daha geniş coğrafyalara ulaşmış, Nakşbendî, kendinden önceki halifeler zamanında Gücdevani’nin ana prensiplerinden sapma gösteren tarikatı tekrar eski çizgisine çekmiş ve ihya etmişti. Bundan dolayıdır ki Hacegan tarikatı, Bahaeddin Nakşbend’den sonra Nakşibendîlik olarak anılmaya başlamıştı. Aynı tasavvufî damar, 70 yıl süren Sovyet baskı rejimi sırasında da ateizme, sekülerleştirmeye direnen en önemli manevî fren olmuştu. * Suat Beylur, Sosyal Değişim Sürecinde Kazakistan’da Din-Devlet İlişkileri, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Doktora Tezi, Ankara 2019 * M. Gözde Ramazanoğlu, Mehmet Saray, Orhan Söylemez, Kazakistan Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi * Didar Shauyenov, Kazakistan’da Din ve Dinî Hayat, Türk Yurdu Dergisi, Haziran 2010, Yıl 99, Sayı 274